Egemen'le Surlar Boyunca Topkapı'dan Kariye'ye

Bizim meydandaki kapı [Topkapı Kaleiçi Meydanı], ‘Romanus Kapısı’. Bizanslılar, o civarda bulunan bir kilisenin adından dolayı ona bu adı vermişler. Türkler bu kapıya Top Kapısı demişler. Çünkü kuşatma sırasında Urban’ın meşhur topu o kapının karşılarında bir yerdeymiş. Fatih’in karargahı da öyle. Topun oraya yerleştirilmesi tesadüf değil: o pozisyondan surların en zayıf olduğu kısma atış yapılabiliyordu. Bu en zayıf kısım da, şimdi üzerinden Vatan Caddesi geçen Lycus deresinin olduğu yerdi. Derenin oluşturduğu vadi, yani çukurluk, net görülür: Kaleiçi’nden Vatan Caddesine doğru bir yokuş ineriz ve oradan itibaren Edirnekapı’ya çıkan yokuşu da bulunduğumuz yerden rahatlıkla görebiliriz. İşte oralar, kuşatmacılardan daha aşağı seviyede olduğu için, toplar orayı daha rahat dövüyordu. Nitekim, kuşatmacıların şehre ilk girişi de bu civarlarda bir yerden olmuş. Gene aynı sebeple, Vatan Caddesi civarındaki surlar (özellikle Edirnekapı tarafı) son derece yıkık durumda.

Bu surları İkinci Theodosios yaptırmış. 413’te bittiklerini biliyoruz. Ama bu ilk yapılan surlar, kara surlarının sadece birinci (en yüksek ve en şehir içi tarafında olan) sırasıdır. Ondan kısa bir süre sonra, 447’de müthiş bir deprem olmuş ve surlar çok tahrip olmuş. Ufukta da Atilla görünmüş tam o sıra. İmparator Teodosios’un Doğu Eyaletlerinden sorumlu valisi Konstantinos surları çok kısa bir sürede (iki ayda) onartmış, üstelik bugün gördüğümüz ikinci sıra surları ve hendeği de ekletmiş, böylece meşhur ‘aşılması imkansız’ denen İstanbul surları ortaya çıkmış. Konstantinopolis’in (yani İstanbul’un) araba yarışlarında farklı takımları tutan ve “Maviler” ve “Yeşiller” diye anılan ezeli rakip taraftar gurupları da, ilk defa kavgayı bırakıp bu işte canla başla çalışmışlar.

Top Kapısı (Romanus Kapısı) surların ‘kamusal’ denen kapılarından. Yani, halkın şehre girip çıkmasında kullanılan kapılar. Bunların önünde, hendeği geçmek üzere geçici nitelikte (yani tahtadan veya dubalarla) köprüler yapılmış. Osmanlılar, bu geçici köprülerin yerine taştan köprüler yapmışlar. Bu kapılardan, surların orijinal halinde 5 tane varmış. 5 tane de askeri kapı varmış. Askeri kapılar, yapı olarak bir farklılık göstermiyorlar, sadece onların önünde hendeği aşan köprüler yokmuş. Kamusal kapılar şehirden kırlık alana erişimi sağlarken, askeri kapılar sadece surlara erişimi sağlamak içinmiş. Aynı kapılar, 19’uncu yüzyılın sonlarına kadar şehrin dışarıyla bağlantısını teşkil etmiş. Bugün bildiğimiz meşhur kapılar da bunlardan (Yedikule Kapısı, Belgrat Kapısı (bu askeri kapıymış), Silivri Kapısı, Mevlevihane Kapısı (Mevlana Kapı), Edirne Kapısı ve tabii Top Kapısı; Sulukule Kapısı, 5’inci askeri kapı diye geçiyor). Sonradan, demiryolu, karayolu vs. geçişi için duvarlarda bildiğimiz büyük delikler açılmış.

Bir daha sefere, surların biraz inşaatsal, mimari özelliklerine bakalım ve yavaş yavaş Vatan Caddesi'ne yürüyelim.

----

Şimdi biraz surların inşaatsal özelliklerine bakabiliriz. Bunlar çok ilginç olabilir çünkü surlar bir sürü yerde sanki biz içlerini görebilelim diye kesilmiş gibi yıkılmışlar.

Birinci surların kalınlığı 5 metre. Duvarın dış tarafları düzgün bir duvar şeklinde örülüyor; içi molozla doldurulup bunların üzerine ‘horasan’ dökülüyor (‘horasan’, o zamanlara özgü süper bir çimento). Bu moloz yığılı yerleri yatay olarak bölmelere ayıran bir de ‘hatıllar’ var. Bunları da rahatlıkla tanıyabiliriz. Dikkat edersek, surlarda tuğladan şeritler görürüz. İşte bunlar, duvarın öteki tarafına kadar tuğla ile düzgün şekilde örülmüş ‘hatıl’lardır.

Birinci surların yüksekliği de 12 metre civarındadır. Aralarda (55 metrede bir) burçlar yükselir. Burçların yüksekliği 18-20 metredir.

Bu arada, yeni öğrendiğim birkaç güzel kelime: duvarların üzerinde diş gibi duran, aralarından savaşçıların ok vs. attıkları (bazen ‘mazgal’ da denilen) şeylere ‘dendan’ deniyor. O dendanların arkasında askerlerin gidip geldiği, dolaştığı yere de ‘seğirdim’ deniyor (bence bunun ‘seğirtmek’’le bir ilgisi olabilir).

İlk sıranın burçları iki katlı ama katların birbiriyle bağlantısı yok. Alt kat depo olarak kullanılıyormuş. Bunların çoğunun şehir içinden giriş kapısı görülüyor.

Merdivenlerle seğirdime çıkılıyor, oradan da burcun tepesine. Bu merdivenleri de birçok yerde görüyoruz.

Birinci sıranın önünde teras gibi bir alan var. Şehrin normal zemin düzeyinden 5 metre yukarıda burası ve 15 metre kadar genişliği varmış (bakmak lazım).

Sonra ikinci sıra surlar geliyor. Bunların yüksekliği 8,5 metre. Yine arada (daha küçük) burçlar var. Bunlar, birinci sıranın büyük burçlarıyla aynı sayıda (96 tane) ve her iki büyük burcun arasına bir tane gelecek şekilde konumlandırılmışlar.

İkinci sıra surlardan sonra tekrar 15 metrelik bir alan ve sonra hendek var. Hendek, tabii, zemin eğimli olduğu için, birbirine bitişik ama değişik seviyelerde havuzlar şeklindeymiş. Hendeğin sur tarafında, 2,5 metre yüksekliğinde, gene dendanlı bir minik duvar daha var.

Hendeğin genişliği 20 metre; derinliği 10 m. Kuşatma durumunda suyla dolduruluyormuş ve bunun için belki de şehirdeki ‘açık hava sarnıçları’ (havuzlar) kullanılıyormuş. Bu açık hava sarnıçlarını da aslında gayet iyi biliyoruz: biri Karagümrük’teki Vefa Stadı; öteki Çarşamba’daki Çukur Bostan.

İşte inşaat olarak da bildiklerimiz bunlar.

Bir daha sefere, her İstanbul gezisinin başında kısaca verilmesi gereken bir şeyi anlatmaya çalışacağım: İstanbul’un tarihi; yani, Roma, Bizans, Osmanlı olayları.

-----

Bizanslılar kendilerine “Bizanslı” demezdi. Aslında “Bizans” diye bir kelimeyi hayatlarında duymamışlardı (tarihe çok meraklı olanlar dışında). Onlar kendilerine Romeos derlerdi, yani Romalı. Çünkü gerçekten Romalıydılar (Müslümanlar da onlara ‘Rum’ derdi nitekim).

Üç yüzlü yıllarda Roma İmparatoru Büyük Constantinus, başkenti Roma kentinden bugün İstanbul’un olduğu yere taşımaya karar verdi. O zamanlar orada Bizantion adında küçük bir Yunan kolonisi vardı. Şimdiki Topkapı Sarayı ve civarını kaplıyordu.

Constantinus yeni başkentini kurdu, anıtlarla donattı. Adını da Yeni Roma koydu. Ama insanlar ona hep Constantinus’un şehri dediler ve isim öyle kaldı: yani Konstantinopolis.

O arada, Constantinus Hıristiyan da olmuştu ve Hıristiyanlığı imparatorluğun resmi dini yaptı.

Zamanla imparatorluğun batı kesimi yok oldu gitti; Roma kenti yağmalandı, istila edildi. Ama doğu tarafı kaldı ve Hıristiyan Roma İmparatorluğu olarak devam etti.

Anadolu taraflarında her işte kullanılan ortak dil her zaman Yunanca olmuştu. Nitekim, Konstantinopolis’te de öyle oldu. Resmi dil bir süre Latince olmaya devam etti ama sonunda o da Yunanca oldu. O kadar ki, hükümdarın adı bildiğimiz Latince ‘imperator’ iken, Yunanca ‘Basileus’ (Vasilevs) oldu.

Bir zaman vermek gerekirse, bu son dediğimiz olay, Müslümanların Bizanslılarla ilk savaşa tutuştuğu yıllarda gerçekleşmiş bulunuyordu (altı yüzlü yıllar).

Böylece, Roma devam etti ama Yunanca konuşan ve Hıristiyan, yani bambaşka bir medeniyet olarak.

Tarihçiler, çok sonraları (on dokuzuncu yüzyılda filan) bu kendine özgü uygarlıkla ilgilenmeye başladıklarında ona ayrı bir ad verme ihtiyacını duydular ve kentin ilk kurulduğu yerdeki Yunan kolonisinden hareketle ona ‘Bizans’ dediler.

Sonrası malum; Bizans ‘imparatorluğu” artık İstanbul surlarının gerisindeki bir avuç toprakta, iyice bakımsızlaşmış bir şehirde yaşayan 40-50 bin kişiden ibaret iken, Osmanlılar 1453’te kenti aldılar ve Roma İmparatorluğu işte o zaman son bulmuş oldu.

Haftaya, Vatan Caddesi'ne doğru yokuştan inmeye başlarız artık.

------

Kaleiçi’ndeki Belediye Tesisleri çok güzel. Surlarla iç içesiniz. Tesisin tasarımının bunu sağlamak için yapıldığı belli. Yemekler ve servis de çok güzel. Ben ıspanaklı krep yedim. Çok güzeldi. Salatayı, sipariş edince mis gibi taze doğrayıp getirdiler; nar ekşisi kullanmışlardı. Her şey özenli yapılıyor yani.

Meydana gidip Romanus kapısından [Topkapı] eski kentin dışına çıkıyoruz. İçeride kalıp surun dibinden Sulukule Caddesi boyunca aşağı inmek de mümkün. Ama dışarıdan Vatan Caddesi'ne kadar inen yaya yolu son derece rahat ve ferah.

Sıfır sorunla Vatan Caddesi'ne iniyoruz. O arada surları dışarıdan seyretme imkânımız oluyor. Caddeden biraz içeri girip ışıklardan geçmek en kolayı olurdu ama ne yazık ki yaya geçidi sadece geceleri yayalara açık. Alt geçit çok basamaklı. Ama sorun yok çünkü biraz daha içerideki ışıklara kadar gidip caddeyi oradan geçmek hiç zor değil. Hatta gayet eğlenceli oluyor. Işıklardan karşıya geçip tekrar surlara dönerken caddenin sol tarafında, bizim Kaleiçi’ne de çok yakın olan güzel bir Sinan camisini uzaktan görüyoruz: Kara Ahmet Paşa Camii. İnşallah ona da ayrı bir gezi yapacağız. Tam karşımızda, uzaklarda, Turgut Özal ile Menderes'lerin anıt mezarlarını görüyoruz. Ben hiç gitmedim. Belki bir gün gideriz. Neden olmasın?

Şimdi, Edirnekapı’ya doğru surları izleyerek devam edeceğiz. Ama bu sefer içeriden. Fazla trafiği olmayan bir asfalt yukarı kadar çıkıyor. Hem de o arada ilginç şeyler görüyoruz.

Yolun başında bir Sahabe mezarı görüyoruz. Surlar civarında ve özellikle Ayvansaray’a doğru bunlardan çok fazla var. ‘Bunlar’ dediğim, Arapların ilk İstanbul kuşatması sırasında bu civarda şehit düşen Ensar ve Sahabe’den insanların sonradan bulunduğuna inanılan mezarları. Bu yerler ziyaret yeri haline geliyor, başında dualar ediliyor. Bu tip mezarların en meşhuru, malum, Hazreti Eyüp’ün türbesi.

Mezarı gördükten sonra devam ediyoruz. Biraz yokuş çıkınca geldiğimiz yer, Sulukule. Şimdi burada demir perdelerden ve yıkıntılardan başka bir şey görmüyoruz. Sulukule, malum, Çingene vatandaşlarımızın müşterilerini evlerinde ağırlayıp eğlendirdikleri meşhur semt. Benim İstanbul Ansiklopedisi'nden okuduğuma göre, Sulukule’nin yıkılması esas 1960’larda olmuş. Sonra, Sulukule halkı Neslişah mahallesine taşınmış ve eğlence sektörü faaliyetlerini orada sürdürmüşler. Neslişah mahallesinin orijinal halkı ise tesettürlüymüş ve mahallelerinin yanlış bir şekilde Sulukule diye anılır olmasından rahatsızmışlar ve çingenelerle bu muhafazakar mahalle sakinleri arasında birazcık sürtüşme varmış.

Sulukule adının da, dolaylı yoldan Lycus Deresi ile ilgili olduğunu biliyoruz.

Surların dibinden yukarı doğru ilerlerken, hoş bir sürpriz gibi birden bire solumuzda Pempton kapısını görürüz. Bu bir askeri kapı. Sulukule kapısı diye de biliniyor. Dışarı çıkıp kapıya baktığımızda, fazla iyi korunmamış, Bizans’tan kalma bir yazıt görüyoruz. Birinin surun bu kısmını onartmış olmasından bahsediyor. Bu gibi yazılı kalıntıların daha heyecan verici örneklerini, surların Marmara tarafını gezerken göreceğiz.

Biraz daha çıkınca, artık Edirne Kapısı'ndayız ve solumuzda yine şahane bir Sinan eseri, Mihrimah Camii'ni görüyoruz. Bir daha sefere oradan bahsedip yolumuza devam edeceğiz.

----

Önce Edirne Kapısı’ndan bahsedelim. Buranın adı Bizans zamanında da aynıydı. Bu kapıdan başlayan yol Edirne’ye (Hadrianopolis’e) vardığı için böyle deniyordu.

Başka bir önemi de, Fatih’in fetihten sonra şehre ilk defa bu kapıdan girmesi.

Konstantinopolis’in en önemli caddesi Mesa’nın bir ucu bu kapıya çıkıyordu. Cadde, Y şeklindeydi; Sultanahmet’ten başlıyor, Şehzade Camii’nin oralarda bir yerde çatallaşıyor, öteki ucu ileride inşallah göreceğimiz, Yedikule’deki Altın Kapı'ya gidiyordu.

Mesa, Osmanlılar zamanında da ana yol olmaya devam etti ve Padişahlar kendi adlarına yaptırdıkları camileri hep bu eksen üzerinde kurdular. Bunlardan birincisi, Fatih’in yaptırdığı Fatih Camii; sonra oğlu İkinci Beyazıt’ın yaptırdığı Beyazıt Camii. Sonra Kanuni’nin yaptırdığı Şehzade Camii. Kanuni, Şehzade Camii’ni önce kendi camisi olarak düşünmüştü; sonra gözüne küçük görünmüş olacak ki çok sevdiği ölen oğlunun camisine çevirdi. Ana yol üzerinde yer kalmadığından, kendi camisini, yani Süleymaniye’yi yolun biraz dışında yapmak zorunda kaldı.

Tahta yeni çıkan padişahlar için, batıdaki taç giyme töreninin muadili olan kılıç kuşanma töreni Eyüp Sultan’da yapılırdı. Oraya Topkapı sarayından deniz yoluyla gidilir; yeni padişah, kılıç kuşandıktan sonra tıpkı Fatih’in yaptığı gibi Edirne Kapı’dan şehre girer, Fatih Camii’nde atasının türbesinde dua eder, icabında yolunun üzerindeki öteki camilere de uğrar ve saraya dönerdi.

Edirnekapı İstanbul’un en yüksek noktası: 77 metre. Kentin yedi tepesinden birinin doruğu. Her tepenin üzerine bir büyük cami yapma adetine uygun olarak, Sinan’ın önemli camilerinden biri de var burada: Mihrimah Camii.

Mihrimah, Süleyman’la Hürrem’in kızı. Anası gibi entrikacı. Padişah babasına sözünü dinletebilen bir kız. Ayrıca, Kanuni’nin meşhur üç kağıtçı veziri Rüstem’in karısı. Mihrimah’ın Üsküdar’da bir camisi daha var; İskele camii diye de anılıyor. O, Sinan’ın ilk camisi ve çok başarılı bulunmayan eserlerinden. Bunun bir nedeni, karanlık olması. Sanki Mihrimah ‘bu sefer aydınlık bir cami yap’ demiş gibi, buradaki Mihrimah Camii alabildiğine aydınlık. Çünkü dikkat ederseniz, ince uzun; tepede sadece bir yüksek kubbe var. Yarım kubbeler yok; duvarlar açıkta ve pencerelerle dolu. Bu camiyi de inşallah, ileride restorasyonu bittiği zaman ayrı bir gezi kapsamında görürüz.

İşte Edirnekapı bu kadar. Artık gezimizin as solisti olan Kariye’ye iyice yaklaştık. Bir daha sefere oradayız.

-----
Mihrimah Camii civarı biraz kargaşalı ama idare ediliyor. Oradaki küçük, park gibi yeri geçip, yaya geçidini kullanarak karşıya geçiyoruz. Kariye’yi gösteren iki ok var. Onlardan, surlara yakın olanın gösterdiği sokağa giriyoruz ve biraz ileride sağa doğru Asitane Oteli’ni gösteren oku izleyerek aşağı iniyoruz. Ve yokuşun dibinde, sola baktığımızda Kariye orada duruyor. En rahat erişim böyle sanıyorum.

Asitane oteli, Çelik Gülersoy’un restore ettirdiği binalardan biri. Sadece o bina değil, bütün mahalle restore edilip güzelleştirilmiş. “Asitane”, İstanbul’un adlarından biri.

Kariye özellikle mozaikleri ve freskleri için ziyaret edilen bir yerdir.

Biz önce, Pareklesion’u, yani yan-kiliseyi ziyaret edelim.

Yan-kilise, adı üzerinde, kilisenin yanına eklenmiş gibi olan ayrı bir bölüm. Orası, özel alandı. Kilisenin banisi [kurucusu] Metokites burayı kendisinin gömülme yeri olarak yaptırmıştı. O yüzden, buradaki freskler (yani, duvar boyanarak yapılmış resimler) hep ölümle, ölümden sonra olacaklarla, olması istenenlerle ilgilidir ve bu gözle yorumlanmalıdır.

Önce yan-kilisenin ana kubbesinin (yani en yüksek yerinin) altına geçelim. Burası, yükseklikler bakımından düşünürsek (başka deyişle, ‘dikey hiyerarşide’) yan kilisenin en önemli yeridir ve dolayısıyla oraya konan fresklerin de en önemli şeyleri temsil etmesi beklenir.

Nitekim, en tepede Meryem Ana’yı kucağında çocuk İsa’yla görürüz ve Meryem Ana’nın neden baş köşeye yerleştirilmiş olduğunu kendi kendimize sorabiliriz.

Bunu anlamak için, öncelikle, Bizanslıların inancında Meryem Ana’nın kazandığı özel önemden bahsetmemiz gerekir. Meryem Ana, kullarla Tanrı arasındaki en önemli aracıydı; insanlar için Tanrı’dan şefaat dilerdi; yani günahlarının affı için, cennete gitmeleri için ricacı olurdu (tabiri caizse).

Metokites’in cenaze töreninin bu kubbenin altında yapıldığını hayal edersek, o zaman, Metokites’in yattığı yerden tam tepesinde Meryem Ana’yı görüyor olması gayet anlamlı hale gelir.

Kubbenin altındaki yüzeylerde bulunan resimler, ilgisiz gibi görünseler de aslında Meryem Ana’nın sembolleridir.

Yakup’un Merdiveni, yeryüzü ile Tanrı arasında bir aracıdır; aynı Meryem gibi (nitekim, dikkatle baktığınızda, merdivenin tepesinde, içinde Meryem olan bir madalyon görürüz).

Yanan Çalı da Meryem’i temsil eder; çünkü Kutsal Kitap’a göre, o çalı yanar ama tükenmez; tıpkı Meryem’in çocuk doğurduğu halde bakireliğini kaybetmemesi gibi (çalının içinde yine bir Meryem madalyonu saklıdır).

Ahit Sandığı, Yahudilerin Tanrı ile yaptıkları ahdi içinde sakladıkları (yani Tanrı’nın sözünü sakladıkları) sandıktı. Yani, hiçbir şeyin içine alamayacağı kadar büyük olan bir şeyi (Tanrı’nın sözünü) içine alıyordu. İsa’yı (yani Hıristiyan inancına göre Tanrı’yı) karnında taşıyan Meryem de öyle yapmadı mı?

Dört köşede elleri kağıtlı kalemli dört adam da, meşhur Meryem ilahileri yazarlarıdır.

Kudüs’ün Asurlulara karşı savunulması ve Kudüs’ün alınmaması sahnesinde de, kuşatılan ama alınamayan şehir, yine Meryem’in bakireliğine göndermedir. Nitekim, şehrin kapısının üzerinde, yine belli belirsiz bir Meryem madalyonu görülür.

Bizanslılar için Meryem, neredeyse İsa kadar önemli bir şahsiyetti. Şehrin koruyucu ikonası, bir Meryem tasviriydi. Şehir alınınca, bir Osmanlı askeri onu bir vuruşta parçaladı ve kendini bile koruyamayan Meryem ikonası ile birlikte Bizanslıların inancı da yıkıcı bir darbe almış oldu.

İşin ilginç tarafı, İncil’de, İsa’yı doğurması dışında Meryem’in hiçbir işlevi olmamasıdır. Nitekim, Protestanlar Meryem’le hiç ilgilenmezler.

Diyorlar ki, Meryem’e tapma, Anadolu’daki eski Tanrıça tapınmalarının (Artemis, Kibele gibi) bir devamıdır.

O kadarına aklımız ermez.

Bir daha sefere, yan-kilisede biraz daha oyalanıp sonra esas kiliseye geçelim.

-----
Şimdi yan-kilisenin “apsit”ine gidelim. Burası, “yatay hiyerarşi”’ye göre en önemli yer. [Yun. (Apsis - kiliselerde koronun arkasında bulunan, yarım daire veya yarım çokgen şeklinde, çoğu tonozla örtülü bölüm.] Bizim camilerdeki mihrabın karşılığı bir bakıma.
Burada da önemli bir mesaj verilmesini bekleyebiliriz. Nitekim, apsitteki freskte, İsa, Adem ile Havva’yı ellerinden tutmuş mezarlarından çıkarmaktadır. Etraftaki kalabalık da, İsa’nın ölüler dünyasından kurtardığı diğer önemli kişilerdir. Mesela, elindeki çoban asasından Adem’in oğlu Habil’i tanıyabiliriz.
Apsit civarındaki başka resimlerde de İsa’nın ölüleri dirilttiği mucizeler gösterilmiştir.
Bütün bunlar, kilisenin banisinin ölümden sonra dirilme arzusunun yansıması olarak yorumlanıyor.
Ayrıca, duvarlarda, bir tarafta Cennet’i, öbür tarafta da Cehennem’i görürüz. Burada ilginç olan, cehenneme çok küçük bir alan ayrılmış olmasıdır. Halbuki, kural olarak, kiliselerde cennetle cehenneme eşit yer verilirdi çünkü kişinin bu ikisinden birine gitme şansı yarı yarıya kabul edilirdi. Demek ki, Metokites, bu hususta biraz iyimser.
Apsidin berisindeki kubbede ise, son yargılamayı görürüz. Ortada yargıç İsa oturur. Bir yanında Meryem, öbür yanında Vaftizci Yahya, klasik rollerine uygun olarak yine şefaat dileme durumundadırlar.
Ve İsa’nın önünde bir terazi vardır: bir küfeye günahlar, bir küfeye de sevaplar konulmaktadır. Burada yine bir iyimserlik görüyoruz: bir melek tomar tomar sevap taşımakta ve nitekim sevap tarafı ağır basmaktadır. Halbuki, yine kural, bu konuda da 50-50 durumunun yansıtılmasıydı.
Ayrıca, köşelerden birinde, bir melek, Metokites’in ruhunu temsil ettiği düşünülen çıplak bir insanın başına elini koymuştur; onu kayırır gibi. Bu da Metokites’in kendi ruhunun akıbeti konusundaki iyimserliği olarak yorumlanır.
Bizanslılar, kişi öldükten sonra ruhunun ‘limbo’ denilen bir yerde son yargılama gününü beklediğine inanırlardı. O arada, yeryüzünde kalanlar ölen kişinin ruhu için dua ederlerse, bu dualar ölenin ruhuna puan yazıyordu ve vakti geldiğinde terazinin onun lehine olan tarafının ağır basmasını sağlıyordu. Yani, ölmüş bir insanın ruhunun kurtulması için sağ kalanların yapabileceği çok şey vardı. Aslında, ölenin de ölmeden önce alabileceği birtakım tedbirler vardı. Nitekim, Bizans ileri gelenleri, ölmeden önce bir manastıra para bırakırlar, karşılığında, şu kadar gün şu kadar saat ruhum için dua edilecek, diye şart koşarlardı.
O yüzden, ölümden sonrası için yapılan düzenlemeler basit bir hatırlanma olayı değil, ‘hayat memat meselesiydi’. Fresklerin Metokites’in ruhu için nasıl bir fayda sağlamasının umulduğunu bilmiyorum. Metokites, yan-kiliseyi özel olarak içine gömülmek için yaptırmıştı. Bizans inancında, bedenden kalan parçaların da önemi vardı. Çünkü o beden tekrar dirilecekti. Metokites’ten sonra birçok kişinin kendilerini oraya gömdürttüğü anlaşılıyor. Öyle ki, yan-kiliseye üç dört tane daha mezar eklendiği gibi, kilisenin ilk halinde açık olan ‘narteks’’i (yani öndeki revak) kapatılarak oraya da üç dört mezar yerleştirilmiş. Demek ki oraya gömülmenin bir önemi vardı. Öyleyse, fresklerin de bir önemi olabilir.
Bu arada apsitten bir ayrıntı: aynı tablo içinde, Adem ile Havva’nın mezarları yukarıdan görünürken, hemen yanlarındaki Habil aşağıdan görünür (çünkü eteğinin altından bacakları görünür). Bu çift perspektif durumu başka yerlerde de var. Bunu kabiliyetsizlik olarak mı yoksa Bizans sanatının bir özelliği olarak mı algılayalım, bilemiyorum.
Kariye’yi yazarken her ayrıntıyı yazmıyorum; çünkü görmeden bunları yazmak fazla anlamlı olmayabilir. Onun yerine, ilginç bulduğum bir ana fikri vermeye çalışıyorum; ara sıra da, ileride görüleceklere dair ufak tefek ip uçları vermeye çalışıyorum.
Artık yan-kiliseden çıkıp esas kiliseye gidebiliriz. Orada bizi güzel mozaikler bekliyor.
-----
Şimdi gelelim esas kiliseye. Buradaki eserlerin hepsi mozaiktir: yani, küçük küçük renkli taşlar yan yana konularak yapılmış resimler. Bizanslılar bu işin ustasıydı.
Bunların büyük kısmı, Meryem’in ve İsa’nın doğum ve hayatlarını anlatan, resimli roman kareleri gibi arka arkaya dizilmiş tasvirlerdir. Hikâyenin nereden başlayıp hangi sırayı izleyerek devam ettiğini bildiğimiz zaman anlamak çok kolay olur.
Daha önce İncil’de Meryem’den çok az bahsedildiğini söylemiştik. Aynı şekilde, İsa’nın çocukluğu vs. hakkında da İncil’de çok az bilgi vardır. Ne var ki, Bizanslılar, Kurtarıcıları İsa ve adeta tanrı gibi taptıkları Meryem hakkında daha fazla bilgileri olmasını arzu etmiş olmalıdırlar. O yüzden, “apokrif” denilen birtakım resmî olmayan, hatta ‘sahte’ diyebileceğimiz İncillere de itibar etmişlerdir. İşte Kariye’de İsa’nın çocukluğu ve Meryem hakkında anlatılanların önemli bir kısmı da böyle bir İncil’e dayanmaktadır.
Bu arada, kiliseler hakkında bir şey okurken çok pratik olabilecek bir bilgi vereyim: Kiliselerin çoğunda apsit doğudadır. Ona göre, giriş de batı olur ve kuzey ve güney de rahatlıkla belirlenir.
Kilisenin ayinlerin yapıldığı ana bölümüne “nef” denir. Onun antresi niteliğinde olan yere “narteks” denir. Bazen arka arkaya iki antre olur. O zaman içtekine “iç narteks”, dıştakine “dış narteks” denir. Kilise terminolojisi böyle.
Kariye’de, iç narteksin kuzeybatı köşesinde, bir adam, bir şeyi reddeder gibi ellerini havaya kaldırmış gösterilir. İşte orası Meryem’in hikâyesinin başladığı yerdir. Zekeriya, Meryem’in müstakbel anne babasının tapınağa sundukları hediyeleri reddetmektedir, çünkü onların çocukları yoktur. Ondan sonra çizgi roman kareleri sağa doğru devam eder. Bunları tek tek anlatmak burada pek pratik olmaz. Sadece, Meryem’in müstakbel anne babasının çocukları olacağı haberi karşısında mutlu oluşları, Meryem’in ilk adımlarını atışı, Meryem’in anne babasıyla mutluluk sahnesi gibi hoş görüntüler olduğunu söylemekle yetinebiliriz.
Sonra, dış narteksin kuzey bölümüne atlanarak İsa’nın doğumu ve hayatı anlatılmaya başlanır. Orada da, karnı burnunda Meryem’in çocuğun babası sorulduğundaki mahcupluğu, çocuk İsa’nın üvey babası Yusuf’un omzunda yolculuk edişi, İsa’nın onu baştan çıkarmaya çalışan şeytanla diyaloğu vs. gibi ilginç sahneler olduğunu söylemekle yetinelim.
Çizgi roman karelerinin dışında, bir de müstakil tasvirler vardır. Bunlardan biri, kilisenin batıdaki asıl kapısından girer girmez karşımıza çıkar. İç nartekse giden kapının üzerinde, Pantokrator İsa’yı görürüz; yani, Her Şeye Gücü Yeten İsa. Burada, kendimizi biraz zorlayarak, İsa’nın iki yanında yazılı olan “Chora + ton zonton” cümlesinde kilisenin adını (Chora) seçebiliriz. Bu cümle, “Yaşayanların Ülkesi” demektir ve Kutsal Kitap’tan bir sözdür. Chora, Rumcada, hem “kırsal alan” hem de “ülke” demekti. Kilisenin ilk kurulduğunda şehir dışında kalması ile İncil’den bu söz arasında bağ kurularak kelime oyunu yapılmış olabilir. Bu arada, Arapça ve Osmanlıca “Karye”nin köy demek olduğunu söyleyelim. Bence bunun tesadüf olmasına imkân yok.
Kafamızı çevirip, kilisenin batıdaki orijinal giriş kapısının üzerindeki tasvire bakarsak, orada, daha önce yan-kilisede bahsettiğimiz bir “espri”yi görürüz: Meryem’in karnında çok net bir şekilde çocuk İsa durmaktadır. Yani, hiçbir şeyin içine alamayacağı kadar büyük olanı (yani, Tanrı İsa’yı) içine alan Meryem.
İç nartekse girip, nefe giriş kapısının üzerine baktığımızda yine Her Şeye Gücü Yeten İsa’yı görürüz. Ama bu sefer yalnız değildir; Metokites (koca şapkasıyla) ona kilisenin bir maketini uzatmaktadır. Bu, banisi olduğu kiliseyi İsa’ya sunmasını temsil eder.
Kilisenin en büyük ve en güzel bulunan eseri, iç narteksin güney tarafının doğu duvarındadır. Burada, yine daha önce bahsettiğimiz, kutsal aracılık sahnesi, yani Deesis’i görürüz. Ortada İsa, onun sağında da şefaat dileme pozisyonunda Meryem vardır. Normalde öteki tarafında da Vaftizci Yahya’nın bulunması gerekir ama nedense burada yoktur. Buradaki İsa ile Meryem tasvirlerinin çok sanatkarane oldukları ve yüz ifadelerinin, çoğu Bizans eserinde olduğunun tersine, insani ve duygulu olduğu söylenir.
Nefin içinde fazla bir şey kalmamıştır. Giriş kapısının hemen üzerinde Meryem’in ölümü tasvir edilmiştir. İsa’nın kucağında tuttuğu bebek, Meryem’in ruhudur.
Kariye’deki her ayrıntıyı anlatmaya imkân yok; gerek de yok. Onun yerine en sonda kaynak vermeye çalışacağım. O kitaplarda her şey gayet güzel anlatılıyor. Ben sadece, fikir vermeye çalışıyorum.
Bir dahaki sefere, Kariye’yle ilgili birtakım ek bilgiler, kaynakça vs. verip tefrikamıza son vereceğiz.

---------
Gezimizin sonunda, Kariye Müzesi'nin tam karşısındaki kafede hep beraber oturduk. Tuvalet imkânları iyiydi sanıyorum. Kendim görmedim ama arkadaşlar yararlandılar. Tuvaletin geniş bir alanı var. Ayrıca kafedekiler bizi iyi ağırladılar sağ olsunlar. Güzel bir sohbet ortamı oldu.

Kariye Müzesi’nin kendi tuvaletleri ne yazık ki tekerlekli sandalyeye çok uygun değil; dar. Kilisenin gişenin yanındaki normal ziyaretçi yerinden girişinde dik basamaklar var. Ama bizi kilisenin meydana bakan basamaksız kapısından aldılar. Ondan sonra hiçbir sorun yok.

Kariye ile ilgili kaynakları da vermek isterim:
Bizans’ta Sanat ve Ritüel – Engin Akyürek (Kabalcı Yayınevi).
Bu, Kariye Kilise’sinin mezar şapeliyle (bizim yan kilise dediğimiz yerle) ilgili şahane bir doktora çalışması. Kariye’yle ilgili olanların elinden düşürmediği bir kitap. Kuvvetle tavsiye ederim.

Chora: The Scroll of Heaven - Ertuğ ve Kocabıyık Yayınları
Yazan: Cyril Mango. Kariye’deki bütün mozaik ve freskolar son derece ayrıntılı resimleriyle gösteriliyor ve her biri çok güzel anlatılıyor. Çok büyük bir kitap. 
Fiyatı: 640 TL! Ve ne yazık ki Türkçesi yok.
Fransız Kültür’ün kütüphanesinde mevcuttur. Kütüphaneye girmek ve kitaplardan yararlanmak serbesttir. Kitap referans kitap olduğu için hep oradadır. 

John Freely, Strolling Through Istanbul’da ayrıntılı bilgi veriyor. Ne yazık ki bunun da Türkçesi yok.

Tefrikamız burada bitiyor. Başka bir Kariye gezisinde ve başka güzergâhlarda yapacağımız gezilerde buluşmak üzere.

Sevgiler
Egemen 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder